Showing posts with label inciraltı kent ormanı. Show all posts
Showing posts with label inciraltı kent ormanı. Show all posts

Wednesday, December 2, 2015

Aralık


Sürekli kafanızın içinde konuşan sesiniz yoruyor mu sizi de? Bu durum ben blog yazmaya başladıktan sonra mı böyle depreşti bilmiyorum ama başlangıcını hatırlayamadığım kadar uzun zaman önce sürekli kafamın içinde kendime(ve hayali dinleyicilerime) bir şeyler anlatmaya başladım. Hayatımın hatırladığım ilk anını, kardeşimle kiraz yiyip gülme krizine girdiğimiz o öğleden sonrayı, ananemin evini, balkondan hortumla bahçeyi sulayışımı, pembe güllerinin kokusunu, gül reçelini, o evin balkonunda okuduğum ve daha önce okuduğum çocuk kitaplarına hiç benzemeyen o iki ciltlik kitabı(Karanlıktan Aydınlığa, Aydınlıktan Karanlığa), o kitapların bana artık daha az çocuk olduğumu hissettirişini, arkadaşlarımı, bana emek verenleri, emek verdiklerimi, ortaokuldaki matematik öğretmenimi, hiç sevmediğim folklor hocasıyla flört ettiği için sürekli içimden O'na kızışımı, daha iyilerine layıksın filan diye bücür tipime bakmadan kadıncağızın kulağını çekmek isteyişimi, anneye babaya kızılmaz türk tabuları kural 1'e kulaklarımı tıkayıp en yakınlarıma olan bütün kızgınlıklarımı, oldum sanırken olamayışlarım, kendi çiğliklerimle karşılaşıp kendimden utanışlarımı, sevimsiz ukalalığımı, o kadar konuşmama rağmen kendimi bir türlü anlatamadıklarımı, yıllarca uğraşsam anlayamadıklarımı, zeytin ağacının gövdesinin bir şey anlattığını düşünmemi, sevdiğim adamı, doğurduğum çocuğu, yüzeysel muhabbetler yaptığımız değil de sırları, çocukluğumuzu, endişelerimizi, hayallerimizi anlatabildiğimiz insanları, birbirimizin ağzından lafı ala ala konuştuğumuz o geceleri, limonu, lavantayı, yavru filleri, bir çocuk büyütmenin bütün endişelerini, bir çocukla büyümenin muhteşemliğini, daha ne kadar uzatayım bilmiyorum, herşeyi işte. Hayatta gerçekten önemli olan, ama birbirimizle çoğu zaman konuşmadığımız herşeyi durmadan sürekli ve sanırım konuşur gibi değil de yazar gibi anlatıp duruyorum. Kimse kırılır mı diye düşünmeden, ayıpları, yasakları, anlatılmazları, başkasına fırsat vermeyelimleri filan düşünmeden. Yorucu ama rahatlatıcı. Tam insanın kendisi olması gibi. Şu yukardaki sahte tebessüm gibi değil de, ağzını ayıra ayıra, aha bademciklerim de burda deyip bir kahkaha patlatmak gibi. -Yazar burda iki dakika ara verdi çünkü yazının burasını nereye nasıl bağlayacağını bilemedi.- Aralık ayı geldi ve biz geçmiş senenin defterini kapatıp yeni temiz sayfalar açıcaz filan ya, kendime bu koca kafamın içindeki tilkileri dinleyip, bana da kendi tilkilerini anlatacak insanlarla uzun muhabbetler, bu muhabbetler sırasında çocukuma uzun ve rahat uykular diliyorum. Beyin kıvrımlarım, çocukluk anılarımı hatırlamaya çalışırken, 30'umdan sonra ağaç isimlerini öğrenmeye kafayı taktığım için, erken bunamaktan korkup sudakuya başladığım için filan hırpalansın bu sene, memlekette ve dünyada süregelen saçmalıkları düşünürken yanmasın devrelerim. Lütfen. Amin.

Saturday, November 7, 2015

Kent Ormanına Dönüş




Geçen sene yaz bitip sonbaharda nerelere gidilir diye aramaya başladığımızda Kent Ormanı'na gidip, neredeyse her hafta sonu ya piknik, ya bisiklet sürmek ya da hiçbir şey bulamazsak deniz kabuğu toplamak için kendimizi bu genç ormanın kollarına atmış ve kendimizi oraların muhtarı ilan etmiştik. Ama havalar ısınıp, İzmirlinin mangal ateşi depreşince ormanın bizim için tadı kaçmıştı. Geçen ay yine ılıman iklimin nadir dezavantajlarından biri olarak etrafta içine atlayıp tepinecek kurumuş yaprak öbeklerini bulamayınca şansımızı bir daha deneyelim deyip gittik. İyi ki gitmişiz. Kent ormanı geçen kış bıraktığımız güzellikte ve sakinlikteydi. E biz de mecburen önümüze çıkan yaprak birikintilerinde yüzme denemeleri yapıp, yaprak yağmuru ile devam edip en son fazla gaza geldiğimizden ağaçlara sarılarak maceramızı sonlandırdık. Ve evet Demir o yaprak yığınlarına atlarken umarım birisi araya kesecek delecek batacak bir şey atmamıştır diye dua ettim. 

Sunday, January 18, 2015

Paralelci






Bir itirafım var. Seçme hakkım olsa yine bu yoldan giderdim ama bazen bu ev kadını, çocuklu anne halimden çok korkuyorum. Daha uzun süre içine tıkılıp kalırım diye en çok. Lisanstan mezun olup mastera başladığım dönemde, yeni yeni iş görüşmelerine gittiğim, kendimi o çok meşhur kimya şirketinin yeni ürün uzmanı filan olarak hayal ettiğim zamanlar, master hocamla radar görünmezliği sağlayan bir kaplama geliştirme uğruna deniz kuvvetleri komutanlığı toplantı odalarının birinde ya da izmite gidip bir denizaltının içinde bir başka toplantıda köşeye geçmiş denizaltının yaklaşık kaplama gerektirecek yüz ölçümünü hesaplamaya çalışırken ya da ne biliyim tez makalem o A sınıfı dergide basıldığında, kendimi çok da uzun olmayan bir süre sonra evde oğlumla çizgi film izlerken hayal etmiyordum. Topuklularımın üzerinde, herkes gibi sıkıcı ve klasik olmak zorunda olmayan kıyafetler içinde, saçımı savurarak bir toplantıya koşturacağımı filan düşünüyordum sanırım. Toplantı için beni beklemişler de geç kaldığım için bir kutu makaron getirmişim mesela(hiç makaron sevmiyorum ama ortamları yumuşatıp yüzleri gülümsettiğini kabul etmeliyim). Ah hayaller! Doğurduğum çocuğu bırakıp kariyerime(bu lafı sevmiyorum) devam edebileceğimi sanıyordum sanırım, ya da çocuğun kendi kendini büyütebileceğini.
Şimdi, evde bebeğimle birlikte geçirebildiğim bu zamanın hem bir lütuf hem de çürümem için kurulmuş bir tuzak olduğunu düşünüyorum. 
Bir yolu seçiyoruz ve aklımız ister istemez "diğer yoldan gitseydim ne olurdu" da kalıyor. 
Diğer yoldaki Funda, haftasonları napıyosun tatlım? Sen de bisiklete binip o çirkin sesinle bir türkü tutturuyor musun?
Mutlu haftalar!
Bu hafta, seçtiğimiz yolun -daha- doğru yol olduğunu gösteren işaretlerle dolu olsun!

Sunday, December 14, 2014

Kent Ormanı


İnciraltı Kent Ormanı'na daha önce de bir kere gitmiştik. Bu cumartesi artık bisikletli bir aile olduğumuza ve hava da muhteşem olduğuna göre yine gidelim dedik. Demir'i sahildeki bütün taşları denize atmak için çırpınırken bırakıp bisikletime atladım. Sağım solum yeşil, altımda dünyanın en sempatik bisikleti, aralık ayının ortası ve güneş arkadan vurup sırtımı ısıtıyor. İzninizle yine nine gibi konuşacağım ama aşırı mutlu bir andı. Bisikletim, sanki insan üretimi bir araç değil de etraftaki ağaçlar gibi, yeşil otlar, mavi gökler gibi tabiat anaya ait bişeydi ve ben ve sevgili bisikletim o an doğanın huzurunu hiç bozmuyorduk sanki. 
Sonra ormanın bir köşesinde bu muhteşem minik cenneti bulduk. Adını bilmediğim bu çok sonbahar görünümlü ağaçlarla, ilkbaharın gürbüz ve yemyeşil otlarının beraberliği. Olayları biraz abartıp saçmalıyor muyum diye şu an kendime soruyorum. Kusura bakmayın cevabım hayır. O otlar ve o ağaçlar bırakın şu bir paragraflık yazıyı, bir kutlama partisini bile hakediyorlardı.

Umarım bu haftasonu herkes kendine mutlu olacak biraz yeşil biraz sarı bir köşe bulabilmiştir.
Mutlu haftalar!

Tuesday, November 25, 2014

Günlük

07:48 uyandım. 
Dün akşam Demir’i uyutmaya çalışırken uyudum diye. 
09:15 kahvaltı hazırlıkları. Demir bir bacağıma yapışık, illa tezgâhta olup bitene bakacak. Demir’i kucağıma alıp, yumurtaları çırpıp, içine biraz peynir biraz dereotu koyuyorum. Kucağımda oğlum, tek elle neler yapabiliyorum diye aklımdan geçirip bir an bunu övünülecek bir şey sanıyorum. Demir kucağımda, omleti çeviriyorum. Omletin iki lokmasını Demir, kalanını ben yiyorum. Kahvaltı masasında camdaki yansımamı görüp, göbeğimi içime çekip, sırtımı dikleştiriyorum. Hava güzel dışarı çıkıyoruz. Demir parkta mavi salıncağı seçip oturuyor. Havuza taş atmak için yerden taş topluyor. “Hadi oğlum” diyorum. “Hadi”yi Demir’e dediğim anda pişman oluyorum. Bırak çocuk dokunsun toprağa, etrafı incelesin falan filan bir gürültü kafamda. Uyku vaktine yakın eve dönüp meyve saati yapıyoruz. Demir’in önüne kitabı açıp, o gün menüdeki meyvelerden kitaptaki hayvanları seslendirirken Demir’in ağzında sokuşturuyorum. Çocuğunuza yemek yedirirken başka şeylerle oyalamayın bıdıbıdı sesleri bu sefer kafamın içinde. 
12:30 çocuğum uyudu. Panik halindeyim. Uyanmadan yemek hazır olsun, çamaşırları kaldırayım, makinayı boşaltayım, televizyonu açıp biraz insan göreyim, kitap almıştım yeni, kahve içesim var, oydu buydu saat 14:00. 
Telsizde bir yoklama sesi. 
Anyeee! 
Öpüşme, koklaşma, sarılma. Biraz araba, biraz boyama. Acıktık, yemek yiyelim. Yedik. Mama sandalyesini silip, yere dökülenleri toplayıp, kirlileri makinaya yerleştirip, Demir’i yapıştığı bacağımdan silkeliyorum. Koltuğa atıp kendimi biraz blog geziyorum. Günlük bakım ritüelim diye bir yazı. Ben yazsam ne yazarım diye düşünüyorum, bir gülme alıyor beni. Yerdeki, Demir’in arkasıyla dişini kaşıdığı diş fırçamı alıp banyoya gidip, dişlerimi fırçalıyorum. 
Sonra yine park, sonra yine ev, Demir’i oyunmuş gibi dahil etmeye ve kendimden uzak tutmaya çalışarak biraz spor yapıyorum aldatmacası. Akşama yemek gerek. Babacık geldi gelicek, hadi pencereden bakalım oğlum. 
Yemek, oyun, uyku öncesi Demir çoşkusu, çoşku sonrası Demir ağlaması. 
Ve yatak. 
Merhaba yatak, canım benim. 
Ninni 1, ninni 2. 
Bu kez uyumayacağım, kalkıp saçıma maske yapacağım, uyumayacağım. Uyuma, uyuma, uyu, uyu, uyu zzZZZzzzzZZZZZzzzZzzZzzzzzzz.