Showing posts with label ne yaptım. Show all posts
Showing posts with label ne yaptım. Show all posts

Monday, February 8, 2016

Hafta sonuna serenad


Kara kışın sonu oradan da görünüyor mu sevgili okur? Şubat demek nereye nasıl neden düştüğünü bilmesek de o çok bayıldığımız cemreler demek, e artık neredeyse bahar demek, güneşe aldanıp cıbıl cıbıl dışarı çıkıp bütün kış hasta olmamışken yatak döşek yatmak demek. Pek üşümeyen ve ben üşümediğim için çocuğumun da üşümediği düşünen bir insan olduğum için toplum tarafından en çok kınanan anne modeli de oluyorum tahmin edeceğiniz üzere. Baharın ve akabinde yazın gelmesine en çok, ‘çocuk terledi sırtına bişi koymayacak mısın?’, ‘içine külotlu çorap giydirmiyor musun?’ vb sorularla üzerimde oluşan mahalle baskısından kurtulacağım için seviniyorum sanırım. Yok ya manyak mıyım niye en çok buna sevineyim. Kim takar mahalle baskısını. Baharda güzelim Ege köylerini gezip yüreğimi pır pır uçuracağım için, sonra yaz gelince her haftasonu yoklama alıyolarmış gibi kendimizi Altınkum’a atacağımız için seviniyorum.

Biz Uçallar olarak kışın üşüttüğü son günlerde yine ailemizin rutinlerinden şaşmadık ve kendimizi ormana komşu bir köye atıp dereye taş atmak olsun, dağ tepe yürüyüşü yapıp ormana, ağaca, yeşile methiyeler düzmek olsun, dalında çürümüş narlara, ağaçlardan yerlere dökülmüş cevizlere bakıp tabiat ananın önünde diz çökmek olsun ve sonra da çok hesapta olmayan bir şekilde köpekler tarafından kovalanarak arabaya kendimizi zar zor atmak gibi aktivitelerimizi yerine getirdik.



Bir başka gün hava çok güzel işte İzmir buu nidalarıyla kendimizi Urla’ya atıp, çocuğumuzu denize düşürüp, tshirtle dolaşarak ay çok sıcak triplerine girdik. Ve evet çocuk küreğini kaybettiği için mutfak gereçlerini ele geçirdi. Ve yine evet babanın çizmesi metrodan, oğlanın çizmesinin 4te 1 fiyatına alındı:)



Hava durumunun bu şımarıklığımıza tokat gibi soğukla cevap verdiği bir gün de şehrimizin müzeleri boynu bükük kalmasın gidelim gezelim deyip, kendimizi İzmir Arkeoloji ve Etnografya müzelerine attık. Adamlar milattan önce bu tunç heykelleri bu güzellikte nasıl yapmışlar yakarışları bir süre sonra benim müzeden eve kilim ve kendime takı seçmeye başlamamla ciddiyetsiz bir hal aldı. Zaten Demir de bin yıllık kalıntılara oyuncaklarını park etmeye başlamıştı.  Bir de utanmadan müzedeki her şeyden daha çok müze binasının kendisine hayran kalmıştık. Belki de o günlük o kadar aksiyon yeterdi.



Sonra bir gün bizi özlemiştir diye Kent Ormanı’nı ziyarete gittik. Denize nazır parkta oynayıp, milyonunca kez boşu boşuna scooterları yanımızda taşımış olduk. İnsanların emek emek diktiği menekşelerden koparıp, 'mov cicek' dansımızı neşeyle ve arsızca kamuoyuna sunduk.



Hafta içi hayatımın, peynirli omlet ve harnup pekmeziyle meyve suyu hazırlayarak başlayıp akabinde kemik suyuna çorba filan yaparak devam ettiği ve çocuk parkına gitmenin genellikle en büyük eğlencem ve yorgunluğum olduğu düşünülürse,  şu an eskisi gibi bütün günümü bir işte çalışarak harcamıyor olsam da yine en çok hafta sonları gerçekten yaşıyor gibi hissetmem normal sanırım.  Ne demişler bilirsiniz, ‘Günün nasıl geçiyorsa, ömrün öyle geçer.’ O zaman her gün tereyağda yumurtaya, parkta uçarcasına salıncakta sallanmaya, boyamaya, şarkı söylemeye ve hafta sonu hava güzel olsun diye dua etmeye devam:)

Wednesday, November 4, 2015

Kaz Dağları



Bir Ege'ye ilan-ı aşk yayını ile yine karşınızdayım. Resmen koca yaz neredeyse her haftasonu bir yerlere gittik durduk ama yetmedi. Şimdi sırada yağmurlar evden dışarı çıkmayı imkansız hale getirecek kadar yağmadan birkaç sonbahar gezisi yapmak var. İşe Kaz Dağları'ndan başladık ve 2 günlük kısa bir tatille Yeşilyurt ve Adatepe köylerini gezmeye çalıştık. Yeşilyurt köyünde Manici Kasrında kaldık ve otele dair ne varsa her şeyi çok çok sevdik. Normalde seyahatlerimizi pek otel tatili gibi planlamadığımız için sabah otelden çıkıp akşam uyumaya geliriz. Bu sefer de öyle olur diye düşünüyordum ama otel de odamız da o kadar keyifliydi ki resmen ayrılmak istemedik. Bu taraflara gelmek isteyenlere ısrarla tavsiye ediyorum. 
İki köy de, hatta Adatepe'yi ararken yanlışlıkla gittiğimiz Adatepebaşı köyü de o kadar güzeldi ki. Yemyeşil orman, ormanın arkasında uçsuz bucaksız deniz ve dünyanın en sempatik ve samimi köyleri. İnsanın gözü sadece yeşil ve maviyi görüyor, benim pembe yeleğim gibi parlak renkler de resmen bu dinginliğin içinde göz yoruyor:) Ah bir de kokular. Adaçayı, biberiye daha bilmediğimiz bir sürü otun kokusu sokaklarda yürüdükçe burnunuza geliyor. Köy bakkalında da herşeyden çok bu otlar, zeytin, zeytin yağı ve ev yapımı reçeller satılıyor. Biz burayı o kadar sevdik ki, önümüzdeki ilkbahar için planlar yapmaya başladık bile. Ve hatta dönüşte Demir'in bir hafta hasta yatması bile Kaz Dağları'nı kötü hatırlamamıza sebep olamadı. Napıyoruz o zaman? Çocuğumuza biraz daha dikkat edip, memleketin cennet köşelerini gezerek kendimizden geçmeye devam ediyoruz. Haydi sağlıcakla!

Tuesday, October 20, 2015

Yayla ve Bizim Çocuklar


Üzerinden çok zaman geçmiş olsa da bu fotoğraflar ve iki satır yazı burada olsun istiyorum. Geçtiğimiz Kurban bayramını Mersin-Silifke-yayla arasında geçirdik. İtiraf etmeliyim ki 2 yaş krizinin kitabını yazan ve 'benim' ve 'hayır' demek dışında pek konuşmayı tercih etmeyen iki kuzen arasında resmen her gece savaştan çıkmış gibi attık kendimizi yataklara. Ama bilirsiniz üzerinden biraz zaman geçince insan yorgunlukları unutur, güzel şeyleri hatırlar. Mis kokulu sülalenin tek kız torununu, evcilleşmiş kelebeklerin tüm gün süren dansını, bahçeden ahududu&böğürtlen yemenin keyfini, evden çıplak ayak çıkıp bahçedeki çime zıplayabilmeyi mesela. Ne zaman yaylaya çıksak ya da büyük babannenin evine gitsek, ağaçlara çiçeklere hayran hayran bakıp dokunmayı bırakın köşede kendi halinde büyüyen maydonaza naneye bile serenad yapacak kıvama geliyorum. En kısa zamanda kendime ve tüm isteyenlere bir küçük bahçe bir limonla bir de zeytin ağacı diliyorum.

Saturday, October 3, 2015

Cunda


Hava serinleyince blogunu özleyen Funda herkesi ağır çekim bir reveransla selamlar. Hala buralarda birileri kaldıysa tabi:/ Herşey ne çabuk nostoljiye dönüşüyor. Instagramda paylaştıkça bloga yazmak nostalji oluyor, yaz biter biter bitmez bir ay önceki cunda kaçamağı sanki mazi gibi geliyor. Güzel Ege, hatta sadece İzmirin merkezde olduğu 100 km yarıçapa sahip bölge bile gezmekle bir yazda bitemiyor. Yaz bitmeden Cunda'ya ve Bergama'ya gidebilmeyi başardık neyse ki. Hayatımızın bir rutini olarak Alaçatı'da, Çeşme'de takılmaya başlayınca, vakti zamanında Ankara'nın bozkırındayken her gördüğümüz su birikintisine gösterdiğimiz coşku pek kalmıyor tabi. O yüzden Cunda'yı sevdik ama biraz "eh" bir seviş bu. Çok enteresan bir coğrafya, sempatik dükkanlar, tarihin güzel izleri, sevimli sokaklar insanı mutlu ediyor ama biz iki günde defalarca Alaçatı'yı özleyip, keşke Çeşme'de denize gitseydik dedik sanırım.Dönüşte Bergama'ya uğrayıp ikibin üçyüz yıllık tarihin önünde saygıyla eğildik. Bilirsiniz Bergama'dan taşınabilen herşeyi Almanlar memleketlerine, Berlin'deki Pergamon müzesine taşımışlar. İnsan hem bu antik yerleşimin tamamını orijinal yerinde göremediği için üzülüyor, hem de neyse ki amfi tiyatroları söküp taşıyamıyorlar diye düşünüyor o muhteşem ve kocaman amfiye bakarken. Memleket o kadar güzel ve eşsiz ki, ömrümüz yeter mi gezip, görüp, doymaya bilmiyorum. Bu sonbaharda da hem size hem bize ılık ve eğlenceli kaçamaklar diliyorum.